SON ATLAR
New York’ta şimşekler çakıyordu. Tüm dünyayı savıp savuran salgın, beni de evime kapatmıştı. Ambulans sesleri durmuyordu ama ben kendi çöplüğümde huzurluydum.
Bir sabah adadaki faytonların kalktığına dair gelen mesajlara uyandım. Sanki çok yakından tanıdığım ama uzun suredir göremediğim biri uzaktayken ölmüş gibi hissettim. Bir daha göremeyeceğin fikri eski hatıraların gerçekliğinden çalar ya, sanki hiç göremeyecekmiş değil de hiç görmemiş gibi.
Hemen zihnimi inkarcı düşünceler sardı. Belki geri gelirler, belki nostaljik üç beş tane kalır, belki faytonlar gider ama atlar kalır, bineriz… Eskiyi geride bırakmaya karşı olan direncim esir almıştı beni. Kendi Burgaz’ımı, benim için anlamlı olan yönleriyle anlatan bir senaryo yazmaya başladım. Benim hatıralarımda kalması yeterli değilmiş gibi, yaşlı insanların fotoğraflarını çeker gibi.
Temmuz ayı geldiğinde, pandemi bittiği için değil, yakın vakitte bitmeyeceği anlaşıldığı için uluslararası uçuşlar tekrar başladı. Taktım maskemi, atladım uçağa, bindim vapura, çıktım adaya. Gün daha batmamıştı, valizleri eve yolladım, ben tırmandım adanın tepesine. Biraz aşağıda kalan Bayrak Tepe’den geçerken şöyle bir denize baktım, Kaşık Adası’na gülümsedim, ‘Sen bir yere gidemezsin.’
Tepeye vardığımda oradaki manastırı yapan Rumları düşündüm. Şimdi neredeler? Manastırın yanında, varlıkla yokluk arasında otlarla kaplanmış mezarlara baktım. Burada yatanların torunları bu adadan haberdar mıdır acaba? Sonra oturdum, Sivriada ve Yassıada’nın tam ortasından alev topu gibi denizin içine batan güneşe baktım. O da gitti. Sonra düşündüm, ne fark eder?
Birkaç gün sonra, Kalpazankaya’ya yürürken ahırların önünden geçtim. İçim burkuldu. Yarısından fazlası yıkılmıştı, molozlar duruyordu. Çıt da yoktu, bok kokusu da. Devam ettim. Levent Lovi Kovos korusundan geçerken içerde iki tane at olduğunu fark ettim. Gülümsedim.
Ertesi gün yine aynı yolda yürürken bu sefer koru boştu. Atlar yoktu. Dönüş yolunda ahırlardan geçerken beni çocukluğumda Paradisos’taki doğum günü partilerime götüren faytoncu İsmail Abi’yi gördüm. Atları sordum. ‘Buradalar.’ dedi, ‘Gel içeri bak.’ Ahırlara girdik, sohbet ettik, olanları anlattı. ‘Bunlar son.’ dedi. ‘Pazartesi bunlar da gidiyor.’ Bir eyer getirdi içeriden, bindim atlardan birine, Bayrak Tepe’den at üstünde baktım bu sefer Kaşıkadası’na. Dünyayı olmasa bile, iç dünyamı feth etmiştim.
Dönüşte Sait Faik’in evine uğradım. Müzede Son Kuşlar’ın İspanyolca çevirisi vardı. Tekrar okudum, düşündüm. Kuşlar hala adada. Martılar, kargalar, karabataklar… Leylekler bile uğruyorlar hala göç yollarında. Değdi mi Sait Faik’in endişelendiğine o kadar? Değmedi mi? Fark eder mi? Atların kanatları yok diye düşündüm sonra, bir gittiler mi kendi başlarına dönemezler.
Hissettiklerim atlardan, adadan, çocukluğumdan daha derin bir gerçek, biliyorum. İnsanın zamanın bilinmezliği, tek yönlülüğünün kaçınılmazlığı ile verdiği mücadele. Bir yaşında, üç yaşında, on yaşında bize veda etmeyi bu ada öğretti her Eylül, her sonbahar. Veda etmeyi bilmek, unutmak demek değil ama. Hüzünden kaçmadan ve minnettarlık duyarak anıları yaşatmak, geçmişe, şimdiye ve geleceğe eşit mesafede durmak demek; ama şimdiye biraz daha eşit.